23 Mayıs 2011 Pazartesi

Blog'uma hoşgeldin ^_^

Ben ve Guild Wars

Selam arkadaşlarım ve daha ziyade Guild Wars tutkunları (hurreeeeyy!). Guild Wars 2 sınıflarının iyiden iyiye belli olduğu ve benimse Guild Wars 2 ile ilgili haberlerin daha sık çıkmasını istediğim şu dönem içerisinde kendimce naçizane bir blog hazırlamaya karar vermiş bulunuyorum ve dahası bu yazıyla da bu kararımı hayata geçiriyorum (/geçir).

Madem bu yazım bu blog’daki ilk satırlarımı oluşturacak, ben de her standart blog yazarının genelde yaptığı gibi ilk yazımda kendimden ve Guild Wars’ın benim için ne ifade ettiğinden söz edeyim; zaman kalır da (?) sıkılmazsam (wha..?) Guild Wars 2’deki son günlerin en önemli gelişmelerinden de söz edebilirim (bi zahmet >_>).

Öncelikle belirtmek isterim ki blog tutmayı çok seven bir insan değilim; bir zamanlar, ki şu an adresini bile hatırlamıyorum, msn’in space denen özelliğini kullanarak ufak çaplı bir blog hazırlamış ve sık olmamakla birlikte arada sırada bir şeyler yazarak orada zaman geçirmişliğim var. O nedenle bir süre sonra burayı da aksatmaya başlarsam, bilin ki sıkılmışımdır. Ama şu an için, en azından yakın gelecek için konuşuyorum, böyle bir ihtimalin söz konusu olabileceğini düşünmüyorum; zira tutacağım bu Guild Wars 2 blogu, oynarken en hoş vakit geçirdiğim oyunlardan biri olan Guild Wars’ın devamı için olacak ve bahaneyle ben de oyunu daha iyi takip etmiş olacağım.

Kendimden söz edecek olursam; adım Erdem ve 26 yaşındayım, Guild Wars’ı ise çıktığı günden bu yana oynuyorum. Aslında bu “bu yana” olayını biraz açmam gerekiyor, çünkü Guild Wars’ı aktif olarak oynamayı bırakalı yaklaşık iki sene kadar oluyor. Bırakmamın çok çeşitli sebepleri var, ama en baskın olanları Guild Wars’da artık doyuma ulaşmış olmam ve arkadaş çevremle birlikte farklı oyunlara yönelmem şeklinde özetleyebilirim (evet, WoW ve kısa süre de Aion). Ama şu kesin ki Guild Wars, benim hayatımda oynadığım en komplike ve iyi oyundur. Ne var ki bu söylediğimin tam aksine Guild Wars’ı satın alırken nasıl bir oyun olduğu hakkında çok az fikrim vardı. Hatta o kadar da kararsızdım ki Guild Wars almak üzere Kızılay’a gittiğimde (Ankara’da Kızılay’a gidilir), çok sevdiğim ağabeyim, Merlin’in Kazanı internet sitesinin de sahibi Murat Oktay ile konuşmuş ve “WoW mu GeVe mi?” diye sormuştum. Bana söylediği “öeh be abi, soru mu bu, git WoW al, bizim server da şu, hadi bekliyoruz conem” olmuştu. Ama onu dinlememiş (iyi ki), Guild Wars almıştım. Oyuna başlarken çok büyük dezavantajlarım vardı. Birincisi Guild Wars benim ilk MMO deneyimimdi, her ne kadar Guild Wars’a komple bir MMO diyemesek de. İkincisi de bu tarz tecrübelere hiç alışık değildim. Yani, Guild Wars’dan önce herhangi bir ücretsiz online oyun falan oynamamıştım. Hiçbir şey bilmiyordum. Çatışmaların ortasında sevimli bir çocuk yüzüydüm sadece. Sana şiirler biriktiriyordum fen bilgisi def... (wtf?!)

Guild Wars’a ilk adımım...

Guild Wars’a ilk başlayışımı hatırlıyorum. Warrior açmıştım ve oynadıkça oynuyordum. Çok güzeldi herşey ve ben warrior oynadıkça karaktere daha çok alışıyordum. Etrafta çeşitli insanlar görüyordum, çeşitli sınıflar. Yaratıkları kesiyordum, skill’ler geliyordu, ne ki lan bunlar diyordum kendi kendime, gidip açtırıyordum; skill bar’ında sword, axe ve hammer skill’i yanyana duruyordu falan. Sonra level atladıkça daha güçlü yaratıklar çıkmaya başlar olmuştu önüme, ve doğal olarak beni öldürüyorlardı. Ve işte o an, her warrior’un yaptığı gibi, gidip, kahramanca Monk ikincilini seçmiştim. Zekice bir seçimdi, yerine göre mantıklı da, ve güçlü, aynı zamanda da kusursuz, dahası ölümsüz. Ve ondandır derim ki, aslında her Warrior biraz wammo’dur. Oyun bu şekilde ilerlemişti bir süre benim için; 22 - 23 level mob’lar çıkar olmuştu karşıma, ama sorun yoktu; cuz it’s Wammo!! Hatta oyuna girip çıkarken login ekranında PvP karakter yaratma bölümüne tıklamaya bile tenezzül etmiyordum; diyordum kendime, “zaten PvE karakteriyle PvP de yapılıyordur, bunu 20 yaparım, ondan sonra da zaten PvP yaparım yani ne gerek var ikinci karakter slotunu PvP’ye ayırmaya” diye. Böylesine über fail bir şekilde yanıldığımı anlamam bir yılımı almıştı. Tabi o sırada Factions çıkmış ve bense aç gibi gidip almıştım.

Gel zaman git zaman PvP yapar olmuştum (lütfetmişim). PvE bir yerden sonra sıkmaya başlamıştı; yalnız ne var ki oyundaki PvE contentini de o ana kadar adamakıllı görmemiştim. Yani ne bir Urgoz yapmışlığım vardı, ne bir Tombs, ne de Sorrow’s Furnace. Öyle ki, neresinden tutarsan tut, dağılmakta olan bir Guild Wars oyunculuğum vardı. Ben böyle kör topal ilerlerken, günde bir guild değiştirirken ve oyundaki asıl amacımı ararken, Heroes of Anatolia diye bir guild ile karşılaştım. Levent (GW2tr forumundan tosun) beni guilde aldı; bense üç gün sonra heralde buradan da çıkarım diye fazla umursamamıştım. O sırada TA yapıyorlardı, ben de katıldım onlara ve bana “Vent’e gel dediler”. *ding* “Vent ne ki?” */ding*. Chat’de yaşanan bir dakikalık sessizlikten sonra “tamam neyse gelme” dediler. Derken Cihan ve Tegin abi ile tanıştım. Kendileri guildçe ara sıra GvG yaparlarmış, ben de katılsam nasıl olur ki falan filan diye söylenirken beni tüm guildin katıldığı skirmish’lere aldılar. Ben ise o sıralar necromancer oynuyordum ve GvG buildinde de belli ki bir necromancer vardı, beni de ona alıştırmaya çalışacaklardı. “Özcan sana anlatacak, öğretecek, merak etme” dedi Tegin abi ve benim gözümde o an o tanımadığım Özcan denen kişi resmen tanrısallaştı. Sanki o an oyundaki en bombastik necromancer bana nasıl oynandığını gösterecekti (hatta bak şimdi hatırladım, oynadığım build Reaper’s Mark pressure necro’ydu,, heeey hey, Nightfall bile çıkmış yani, o derece noob’luk). İşte o gün oyunda ne yapmak istediğimi kesinleştirdim; GvG’ye odaklanarak PvP yapmaya başladım ve oyunu aktif olarak oynamayı bırakana kadar da hep bu şekilde ilerledim.

Aslına bakarsanız Guild Wars’ın benim gözümdeki yeri de budur. Oyunu oynadığım süre boyunca hep yardımsever ve oyuna değer veren insanlarla birlikteydim. Onun yanı sıra oyun doğrudan doğruya oyuncu odaklıydı; yani birtakım build’ler hariç bu gerçekten de böyleydi. Strateji yapmaya gayet açıktı; yani düşünsenize, elinizde 10 farklı sınıf var ve toplamda 90 farklı karakter kombinasyonuna gidebiliyorsunuz. Bir karakteri alıp yanına herhangi başka bir şey koyduğunuzda bir şekilde işe yarayacak, kohezyon oluşturacak bir build oluşturabilirsiniz. Ya da benim zamanında yaptığım gibi toptan sıvarsınız (bkz. Contagioned Conditioner). Item’iniz yok diye aksiyondan geri kalmıyorsunuz; bütün skill’ler ve karakterinizi özelleştireceğiniz bütün detaylar herkeste sabit. Ya da düşündüm de, niye böyle söylüyorum ki? Guild Wars’ı hala oynayabilirsiniz, oyun henüz bitmedi ki...

- Guild Wars 2 diye bir oyun var!!! - o rly? - ya rly

Neyse, bu giriş kısmını çok uzun tuttum, buraya kadar okuduysanız kendimi şanslı sayabilirim ve bu aynı zamanda iyi yolda olduğumun da bir göstergesi olabilir, belki de değil (bilmem, ilgilenmem de) :> Yazının başlarında bu blog’u tutarak aslında oyundaki gelişmelerden de haberdar olabileceğim konusuna da değinmiştim (evet ben kendim, saçma bişey bence). Böyle dedim, çünkü aslında Guild Wars 2 duyurulduğu sıralarda fazla dikkatimi çekmemişti. Dikkatimi çekmemesinden kastım, oyunun ilk görsellerinde o istediğim Guild Wars atmosferini tam anlamıyla bulamamış olmamdı. Şimdi diyeceksiniz oyun zaten o zamanlar belki “early alpha” seviyesinde bile değildi, ne gördün ki de beğenmedin diye. Haklısınız. Aslında kendimce bu “atmosfer” dediğim şeyi oyunu komple beğenmemekle de karıştırmamam gerekiyor; çünkü bu ikisi farklı şeyler ve neticede bir yapım var ortada ve bunu tek başına değerlendirmeniz gerek doğal olarak. Yani bu oyun, orijinal Guild Wars’ın bir ek paketi değil. Bundan sebeple aynı grafik motorunu kullanmıyor ve her şeyin aynı kalması da beklenemez (ki düşününce, zaten öyle olması da çok saçma olurdu).

Oyun ilk duyurulduğunda Guild Wars 2’yi beğenmeyişimin başlıca sebebi hikayesiydi. Yani oyun önceki olayların 250 sene sonrasında geçiyor, doğal olarak çok şey değişmiş, ortalık dragon’dan geçilmiyor ve dahası Charr’lar ile insanlar dost. O_o diye bir tepki vermem çok uzun sürmedi. Şöyle söyleyebilirim ki Guild Wars’ın lore’unu kalburüstü seviyede biliyorum; Eye of the North’da herşeyin biraz alelacele hazırlandığı belli ve ilk kitap olan Ghosts of Ascalon’daki Charr - Human bağlantısı işleri biraz istenen seviyeye getirmek için çok zorlama biçimde kotarılmış. Evvela elinizde kocca bir 250 sene var; buraya ne yapmak isterseniz yapabilirsiniz. Nitekim orijinal Guild Wars’ın hikayesine baktığınızda Tyria, Cantha ve Elona’da yaşanan olayların tamamı, yani günümüze kadar gelinen süreçte bütün her şey topu topu 7 senede olup bitti. Bu sırada Shiro Tagachi’yi iki kere öldürdük, Kormir tanrı oldu, Dhuum’u yerine tekrar hapsettik, Gwen’in düğününü yaptık, daha neler neler. O yüzden, ilk oyunla ikincisi arasına sığdırılan bu 250 senelik süreye yapımcılar da pek çok şey koymuş olmalılar. İşte yine bu sebepten, Guild Wars 2’ye “hikayesi” bakımından mantıkla yaklaşmanızı öneririm; zira öyle yapmayınca oyunu sevemeyebiliyorsunuz (bkz. ben). Yani Ventari’nin yetiştirdiği o tohum tüm Sylvari ırkını oluşturacak, Charr’lar Eye of the North hikayesi sırasında geliştirdikleri mühendislik zekanlarını ateş ve barutla birleştirip silahlanmada kullanacaklar, Human’lar bitmek bilmeyen iç savaşı dindirip Charr istilalarından da fırsat bularak kendilerine yaşayacak bir yer oluşturacaklar, Asura’lar yer altından çıktıktan sonra adam gibi kolonileşecekler falan, uzun işler yani bunlar. İşte oyuna böyle yaklaşırsanız Guild Wars 2’yi sevebilirsiniz. Kendi dünyamızda bile 250 senenin teknoloji bakımından ne kadar uzun bir süreye karşılık geldiğini düşünsenize.

Bunları söylüyorum, ama bir yandan da kabul ediyorum; Guild Wars daha çok orta çağ atmosferini yansıtan bir oyundu ve devamı olan Guild Wars 2’nin de buna paralel olması gerekebilirdi. Ama ben Guild Wars’ı uzun uzadıya anlattığım bu şekliyle kabul etmek istiyorum, çünkü öteki türlü inceden inceye itici bile geliyor. Esasında orijinal Guild Wars ile bu ikinci oyun arasında, kafanızda “acaba?” oluşturması bakımından hikayesinin dışında çok daha fazla özelliği bulunuyor, ama bunlara şimdi değinmek istemiyorum, zira yazı uzadıkça uzadı ve sıkılmanızı da istemiyorum, yoksa tekrar tekrar buraya gelip yazılarımı okumazsınız, will ya? Yazının sonunu orijinal Guild Wars’ın en sevdiğim soundtrack’i olan Temple of Tolerance ile bağlayım; bir sonraki blog yazımda görüşmek üzere.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder